Bir gül, taze bir fincan kahve, odun ateşi.

Hatırladın değil mi? Kokusu burnuna geldi mi? Burnun 1 trilyon kokuyu ayırt edebiliyor, gül kokusu – kahve kokusu – odun ateşi kokusu bir trilyon içerinden yalnızca 3 tanesi. Bu yeni bir araştırma, 1 trilyon koku ayırt edebilme. Sen de burnunla gurur duydun değil mi? Üzerine bir de ne yapıyoruz, bu kokuları anılarımızla ve duygularımızla ilintilendirebiliyoruz. Bu konunun biyolojik nedenleri bir yana dursun, bu trilyon kokudan kendi alanımla ilgili olanını seçeyim: Yağmur kokusu, hem de kendisinin bir kokusunun olmamasına rağmen. Peki yağmuru “kokusuz” olmasına rağmen nasıl koklayabiliyoruz?

 

Az önce de dediğim gibi yağmurun tek başına bir kokusu yok esasen. Ama yağmurdan sonra bir toprak kokusu olur, sadece yağmur sonrasına özel bir koku, aşağı yukarı herkesin zihninde aynı koku canlanmıştır şu an. Ya da henüz bir iki damla yağmur, yeri ıslatmışken havadaki kokudan fırtınanın yaklaştığını anlayabilirsiniz bazen. İşte bu aslında yağmurun “başka bir bedende koku üretmesi” gibi bir durum, kendi kokusu değil, temas ettiği objenin yada o şey her ne ise onu nemlendirmesi ile ürettiği koku. Kokunun kaynağını tek bir faktörle sınırlamak da doğru olmaz sanırım, o yüzden tane tane gidelim.

Yaklaşmakta olan bir fırtınayı düşünelim, kapalı nemli havayı. Bu fırtınaya sebep olan rüzgar, ayrı ayrı kokuların bütününü taşır, bir koku orkestrası gibi. Fırtına sizin bulunduğunuz bölgeye henüz yaklaşıyorken de muhtemelen ozonun kokusunu alırsın. Şöyle ki, yaklaşan fırtına bulutları içindeki, şimşeği oluşturacak olan yüksek elektrik yükü havadaki oksijen gazını atomlarına ayırır, yani iki oksijen atomuna. Resmen oksijeni çarpıyor, şak diye ikiye ayırıyor. O2 ikiye ayrılıp iki adet O1atomuna dönünce tabii yalnız kalmayı sevmediğinden olsa gerek gidip tekrar O2 ile birleşir ve O3 (ozon) oluşur. Ve rüzgarların sürüklemesiyle de ozonun kendine has, keskin kokusu etrafa yayılır. Bu arada ilginç bir şekilde, ozon ismi kokmak anlamına gelen Yunan kökenli “ozein”den geliyor. Enteresan değil mi?

Şimdi yağmur düşmeye başladığında ise topraktan yeni bir koku gelmeye başlıyor, hatta bu kokunun literatürde bir ismi var, PETRICHOR. Hazır mısın, bunun da kökeninde yine Yunanca var; petros taş, kaya demek ichor ise Yunan Tanrılarının damarlarında akan eterimsi, uçucu ince esans. İnsan “Vay arkadaş” demeden edemiyor 🙂 Mevzu Zeus’a bağlanmadan işin bilim ayağına geri döneyim -> Petrikor’un, bizim tabirimizle toprak kokusunun kaynağı, aslında topraktan uçup da taşa kayaya kire toza yapışan bazı maddeler. Toprakta ayrışan organik materyaller toprak kuruyken zamanla uçarak tozlara, taşlara kayalara yapışıyor ve kayadaki minerallerle birleştiğinde ortaya bir molekül karışımı çıkıyor. Üzerine yağmur damlası düştüğünde ise bu bileşim yeniden havaya yayılıyor. Sonuç olarak yağmuru değil, yağmurun aktive ettiği bu bileşimin kokusunu alıyoruz. Şimdi daha güzel kısmına gelelim. Aslında bu kokuya sebep olan kimyasallar yağmur olmadığı zamanlarda toprakta kalıyor ve bitkiyi uyarıyor, şu an su yok, o yüzden köklerinin büyümesini, gelişimini şimdilik durdur diyor ve bitkinin suya olan ihtiyacını azaltıyor. Dolayısıyla koku aslında bitkiye mesaj veriyor, aynen güllerin verdiği mesaj gibi, anlarsın ya ;)))

İki faktör saydık, ozon ve taşlar üzerinde oluşan moleküller. Üçüncüsü de, topraktaki actinobacteria türündeki bir bakteri, geosmin adında bir kimyasal salgılayarak petrikor’a neden oluyor. Hava nemli olduğunda ve zemin de nemlenmeye başladığında aktinobakterinin aktivitesi artıyor ve daha çok geosmin üretiyor. Bu arada geosmin, pancara toprağımsı tadını veren madde. Her şey birbiriyle ne kadar bağlantılı, değil mi? “Ne kokuymuş arkadaş” diyor insan. Bu bağlantı zincirine bir halka daha ekleyeceğim, hazır mısın?: Bak bütün bu saydığımız, hava yoluyla bir şekilde karışan kimyasallar aslında bazı mesajlar da taşıyor, doğanın işleyişi için. Mesela suya karıştığında balıklara yumurtlama zamanının geldiği sinyalini veriyor. Başka bir örnek, geosmin, çölde develerin vaha bulması için uyarı ışığı yakıyor. Buna karşılık, geosmin üreten bakteriler de spor üretmek için develeri taşıyıcı olarak kullanıyorlar. Bize dışarıdan sıradan görünen ama karmaşık olduğu kadar bir o kadar da düzenli işleyen sistem, DOĞA.

Dur gitme, son bir detay kaldı, petrikor havaya nasıl yayılıyor? Bunu biliyor musun?

Petrikorun oluşum süreci, ilk defa Avustralyalı bilim insanları tarafından 1964’te yayımlanmıştı ancak bu kokunun etrafa nasıl, “hangi yolla” yayıldığı bilinmiyordu. Ve yakın zamanda 2010’larda MIT (Massachusetts Institute of Technology) sürecin mekanizması üzerinde çalıştı. Bu mekanizma aerosollerin (katı veya sıvının gaz ortamı içinde dağılması) yağmur aracılığıyla çevreye yayılmasıyla aynı işliyor. MIT’nin yaptığı çalışmaya göre;, yüksek hızlı kameralar kullanılarak yağmur damlaları gözlemlenmiş, bir yağmur damlası toprağa veya başka gözenekli bir yüzeye çarptığında, yüzeyle temasa geçtiği o noktada küçük hava baloncukları oluşuyor (bardaktaki suyu karıştırdığında oluşan hava kabarcıkları gbi), daha sonra bu kabarcıkları yukarı doğru fırlatıyor, aynı bardağa gazoz veya kola döktüğümüzde, sıvı yüzeyinin hemen üzerinde uçuşan o minik gazlar gibi. Ve rüzgarla birlikte bu minik kabarcıklar da etrafa yayılmış oluyor, hatta zamanla uzaklara bile gidebiliyor. Aerosol, bakteri, virüs, molekül vs. taşıyabilen bu kabarcıkların da bu taşıdıkları maddeler nedeniyle bir aroması, bir kokusu oluyor.

İşte yağmur kokusu sandığımız şeyle develerin çölde vaha bulmasına yardım eden madde aynı çıkabiliyor, “hiç bir şey göründüğü gibi değil” korku filmi repliği ile konuyu kapatayım. Hasar vermeyen, çaylı kahveli bisküvili, bol sohbetli güzel yağmurlar efem Sağlıcakla kalın.